Duygulardan anarşi
Ağır paranoya ve yoğun şirofreninin hüküm sürdüğü yaşlı dünyamız insanlarına anlatacak ne kalmış olabilir ki? Söyleyecek bir söz, gösterecek bir gerçek kalmış mı ki. Kötülüğün dallanıp budaklanıp sarmaladığı yeryüzü insanlarına gerçeği bir kez daha haykırmak neyi değiştirir ki. Anlamayan, anlamak istemeyenlerin nasıl köleleştirildiklerini ve sonunda ölüm makinalarına dönüştürülmek istendiklerini görme ihtimalleri kaldı mı ki.
Sadece gerçeklere sahip olup çok bilenlerin arasında niye durduk ki?
Yok oluş teorlilerine yeni bir paranoya eklemek kendimizi yormaktan başka bir işe yaradı mı? Yaramadı.... Görenlere gördükleri şeyi bir daha göstermek, bilenlere bildiklerini bir kez daha anlatmak, körlere karanlığı bir kez daha göstermeye çalışmak, o çok iyi bildikleri gerçeklikleri tekrar tekrar anlatmakla eş değer.
Yorgunuz çok yorgun. Alt bilinçlerden çokdan vazgeçip üst bilinçlerle verdiğimiz duygu savaşlarında da bir yorulmuşuz ki ağzımız tankla tüfekle açılamayacak hale gelmiş. Oysa anlatmaya ve anlaşılmaya duyduğumuz ihtiyaç duygusunun altında ezilirken, birkez daha Tesla'yı hatırlamam, hatırlatmam neye yarar ki?
Hiç... Hiçlik denizinde yönsüz dolanan piçler misali, gerçeğe olan öksüzlüğümüz acı içinde kıvranırken yaşadığımız aşklar bizi daha da dibe çekerken üst bilincin sosyal ve psikolojik hastalıklarından dem vurmaya gerek var mı ki?
Yara bere içindeki beynimiz, kan revan içinde kalmış ruhumuz daha ne kadar dayanabilir ki. Yeniden doğuşa acı içinde sürüklenen biz anarşistler doğru soruları bulup cevaplamak üzere çıktığımız bu yolculukta yırtılan papuçlarımızı bile değiştirmeye gerek duymadan daha ne kadar yürüyebiliriz ki.
Yalan ile gerçeği ayırt etme erdemine sahip olmak için harcadığımız yıllar, tüm duygularımızı köreltircesine devam ettiğimiz, gerçeklik yolunda temizlediğimiz zehirli dikenler; Maruz kaldığımız iftiralar, yargısız infazlar, peşin hükümler... Geçmek için uçmayı istediğimiz bir bataklık haline gelince de inatla devam ettiğimiz bu yol.
Zor ki ne zor.
Çekilir mi, çekilir değil.
Geçilir mi? Geçilir.
Kulağımızı tersten göstererek kurtarmak istediğimiz değerler. İnsanlıktan vazgeçip kalan bir avuç bilinçle korumak istediğimiz yaşamsal değerler.
Sıçtıkları boku yüceleştirip ona tapanlar;
Yalanlarını gerçeklikler ile pekiştirmeye kalkanlar.
Kalkıpda oturdukları yerde ne kadarda güçlüler.
Bizim güçsüzlüğümüz yanında nedirler ki, hiç düşünmedim.
Güçsüzlüğümüzü aldığımız hayat damarları nasıl akıyor şimdi sizce?
Tüm bu yalanları söyleyenler kadar ona inanmayı tercih edenlerin arasında çıkardığımız gürültü kimin içindi sordunuz mu kendize? Siyah asla beyaz olamayacak iken, yandaş bir bilgi savaşçısının yaralarını sarar iken kangren haline gelen kendi yaralarımız.
Zor.
İçinden çıkılmaz mış gibi duran bir çile.
Bir kez daha gelmeyeceğimiz, ölene kadar edindiğimiz deneyimleri bir kez daha yaşayamayacağımız, ermişlerin "yalan" dediği bu dünya. Tüm aşkların hastalıklı bataklığında sürüklendiğimiz bilinmezlik. Bilemezdik, belkide çok geç öğrendik, bilgi savaşçısı olmanın erdeminde kasılırken yumruklarımz gözlerimiz kılıçlarımızda daha çok baka kalacaktık.
Baktık.
Bakıyoruz
Bakmaya devam edeceğiz hala, inatla.
Kanmızdaki serseri duyguların yarattığı kaos deniziznde paradoksu ve metaforu bir arada yaşama önceliğinde, yeni bir maceraya daha ne dersin? Unutulmuş olan o bilgiyi aramaya çıkmak, yeni bir şey kalmadığını bilerek, keşifsiz ruhlarımızda dalga dalga akan yaşam suyu. Göz pınarlarımızdan fışkırmamak için direnen inadımız.
Nereden geldiğimizi bilmiyoruz, nereye geittiğimiz hakkında da en ufak bir fikrimiz yok. Açıyoruz yelkenleri çekiyoruz kürekleri hayat denizinde, duygularımız sırılsıklam birde yeniden doğuşlara gebe. Ne çok doğduk bir kez öldüğümüzü sanarak ve zannederek duyguların hakimi olduğumuzu.
Acılarımızla beslenen ve semiren egemen sistem değil mi ki bizi de yaratan. Çektiğimiz acı değil mi ki bilinçlerimizi zıplatan. Zıplayan biliçlerimizle bir tek kendimizi kurtamayı unutmaya ramak kalmış iken, eş dost sevgili sorunları da eklenmiş iken devinimize, hiç bir şey içinde tek bir şey bile kolaylaşacak gibi görünmüyor ruhuma.
Ruhumun kıyısında, köşesinde, bucağında saklanıp inat ile büyümeyen o haylaz çocuk yine çıktığında karşıma, yaşadığımıza deyse bu hayat demek üzere iken sırtımıza inen dost hançerleri, kadeh kadeh içtiğimiz kendi kanımız değil mi?
Ey anarşistin evladı, hep acı ile özdeşleşen devrim sağanağında kaç ruh kapıldı fırtınaya. İtiraf edemedikleri, etselerde inanmak istemeyip hep kendilerini kandırdıkları dost dağların esen duygusal rüzgarları.
Duygulardan hergün anarşi idi.
İyi ile kötünün arasındaki duvarlara asılmuş idi ruhlar.
Duygunun tezatı duygusuzluk değil idi.
Duyduklarımız ne kadar gerçek ti ki.
Hislerine aldırış etmeden dedikodu dünyasından atlayan son kurbağa gibi gülmek ve güldürmek gerek ti belki.
Yolunu kaybettiysen ey savaşçı, utanma. hep dürüst olduğun kendine bir kez daha güven. Hiç soru sormadan ilerle bir süre. Bulduğun cevaplar denizinin karşısında otur ve külahını yanına koy. Düşün bir kez daha, soru ve cevap aramadan düşün. Gülümse...
Dinlendikten sonra yine yeni bir macera;
Duyumsuzluğumuzda hergün,
Doyumsuzluğumuzda şu an.
Gemilerimizi yakmadan önce verdiğiniz kaç sözü tuttunuz?
Gemiler yandıktan sonra neden hala söz vermeye devam ettiniz?
Bizleri aşağılama gafletine düşeler ile birlikete bayalaştıkça çirkinleştiniz.
Aramızda yok yeriniz.
Çirkinsiniz...
Jan Paçal
