top of page

Bu asalaklar bizi salak sandı...

“Ben çok iyi bildiğiniz gibi o kelimeleri yazan adamım: “Mülkiyet hırsızlıktır.” Sözlerimi geri almıyorum, tanrı korusun… Mülkiyet hırsızlıktır dediğimde ortaya bir ilke koymuyorum aksine varılan bir sonucu ifade ediyorum. Aradaki  müthiş farkı kolaylıkla kavrayacaksınız.”

 

Pierre Joseph Proudhon

 

Bizler salağız ve onlar akıllı, iyi niyetli olmak ile salak olmak arasında dağlar kadar fark olsa da fark etmez, doğru bu. Sen ben ve benzerlerimiz binlerce yıl önce yaşamış olan atlarımız da dahil su katılmamış saflıkta salağız. Bu durumda biz salak isek onlarda kelimenin tam anlamıyla asalak.

 

Bizler  yaşam hakları için tüm evrene meydan okuyan dünyamızı korumaya adanmış salaklarız. Evet buna salaklık denmez ama bir yerde bir zaman çok ciddi bir salaklık yapıp susmuşuz önemsememişiz ve bugüne kadar gelinmiş. Bu farklı yönümüzle bizler güzel insanlarız ve suskunluğumuzun tepkisizliğimizin bedelini ödüyoruz,  bu gerçek.

 

Hırsızlıkta, katliamlarda ve kurnazlıkta en birinci olan asalaklar ordusunun niyetini binlerce yıl önce algılayamamak işte bizim hatamız. Sorarım size; Asalak olmayan biri neden hükümran olmak ister?

 

Cevapları aramadan önce şu bilgiye sahip olmamız gerek; Mülkiyet sisteminin ortaya çıkışı sadece 3-4 bin yıl öncesine dayanıyor. İnsanlık ise 2 milyon yıl,  ve modernleşme süreci 130 bin yıl önce başlamış. 4 bin yıl önce bu asalakların sistemi hakim değildi dünyamıza ve hayatlarımıza.

 

İçinde yaşadığımız dayattırılmış bozuk sistem daha dün devletleşip birde din ve para olgularına siyaseti de ekleyince asalak sistemin tüm organları bir araya gelmiş oldu.  Hırsın ve vicdansızlığın ortaya çıkardığı mülkiyetin evlatları da diye biliriz bunlara. Sömürü düzeninin bugünlerdeki en önemli olgusu din içine ise ayrı düşünmemiz gerekir, önemli ve tehlikeli hale gelmiş konudur ama yinede sormak lazım gelir.

 

Dinlerin her ne kadar ilahi bir kaynak tarafından gönderildiği düşünülmüş olsa da, şayet dinler ilahi bir kaynaktan gönderilmediyse neden ve nasıl oluştu? Dinin ortaya çıkışının sadece masum bir bireysel inanca dayanmadığı, çok daha önemli ve tutarlı bir biçimde bir soyma, hırsızlık, mekanizması ve hükmetme örgütlenmesinin ürünü olduğu söylenebilir.

 

İnsanlığın kötü gidişatı resmen mülkiyet anlayışının kabul görüp din ile yayılması  devlet ile korunması ile başlamıştır, bu da bir gerçektir. İşin traji komik tarafı insanların yüzde 90 nı mülk sahibi olmadığı gibi bu durumunda farkında değildir ve dünyayı paylaşmış olan yüzde 10 na hizmet etmek için doğurtulmuş köle ordusudur.

 

Asalakları önemsemeyerek yaptığımız ilk hatadan bu güne kadar hep bize söylenen yalanlara inandık, inanmak zorunda kaldık, aksi olsa nasıl olurdu pek düşünüp sormadık ama kitlesel sorgulama zamanı geldi. İlk insanlar ateşi nasıl buldu diye hikayeler anlatılırken uzay gemileri fink atıyordu dünyada, hala öyle. Tekerleğin icadı ile ulaşım kolaylaştı hikayeleri başlamadan önce zihin gücü ile yetisi olan insanlar zaten kolayca seyahat ediyordu. Bugün ışınlama sisteminden bahsediliyor ki hala çözülemediği iddia ediliyor. Telefon icat edilmeden binlerce yıl önce telepati diye uzaktan iletişim sağlayan bir yeti daha vardı. Bugün telepati özel bir yetenek sayılıyor. Para icat edilmeden önce aç mı idi insanlık? Bu paragraftaki ifadelerimden bazıları belki hepsi size deli saçması gelebilir ancak insanlığın köle kalmak için verdiği mücadeleden çok daha fazla saçma değildir.

 

İnsanı insan yapan ve yerküre ile barış halinde yaşatan tüm yetileri tüm becerileri yavaş yavaş unutturulup yok edildi. Bugün insan hayatını sözde kolaylaştıran icatlar toprak ananın kalbinden sökülen madenler ve materyaller ile yapılıyor. İnsan gibi yerkürede sömürülüyor, yok ediliyor. Kaldı ki bence dünya en ilkel zamanını yaşıyor, taş devrinin bile gerisinde, teknolojik gelişme uygar toplumlar anlamına gelmiyor ki. Savaş, ölüm ve suç oranları karşılaştırıldığında hangi çağın insanlığı daha medeni?

 

Eğer ki ilk toprak işgali yaşanmamış olsaydı insanlık nasıl bir yöne giderdi? Sınırlar oluşmadığı için kitlesel savaşlar yine yaşanır, dünya kaynakları tekel altına alınır mıydı? İnsanlar arasında yine anlaşmazlıkların olacağı kesin ve kaçınılmaz ancak bu sorunlar bu gün ki gibi mi çözülürdü? Mülkiyet olmadan önce nasıl bir  hak sistemi hakimdi? Yüz binlerce yıl mülkiyetsiz yaşamış insanlık bu asalakların mülkiyet sistemiyle tanışalı sadece binlerce yıl oldu. Sistem bu soruların cevaplarını, "Mülkiyet artı devlet olmaz ise insanlık yok olur" şeklinde kodladı beyinlerimize, aksini düşünmek zorlaştı. her şeyi anlayan algılayan, sorgulayan ve yol gösteren üçüncü göz (epifis bezi) bir çok insanda çalışmaz hale geldi.

 

Bu dünyada barış refah ve huzur adına yapılmış her şeye dikkatli bakmak gerek.  Mülkiyet, devlet, siyaset, din, para diye diye tekrar edersek huzurumuz için kurgulanmış düzenin dinamiklerine yanlış yapmış olmayız. Dünyamıza ait olmayan bu sistem parçacıkları yüzlerce yıl içinde kabul gördü ve vazgeçilmez hale geldi.

 

Asalakların ilk atraksiyonu tüm yaşamın ortak hayat bulduğu dünyaya mülkiyeti getirmek oldu. Son icraatları ise halkı korumak yalanı ile kendi özel ordularını yaratmaları ki bugün halk maaşını cebinden ödediği bu kuvvetler tararından sokaklarda dövülüyor, öldürülüyor savaş meydanlarında yok ediliyor. Halk kendi parasıyla kendini yok edecek güçleri besliyor. Alın size ironinin böylesi.

 

Ve öfke doğuyor; Şiddet şiddeti, şiddet karmaşayı, karmaşa toplumsal şaşkınlığı, toplumsal şaşkınlık, bireysel ve toplumsal sapkınlığı doğuruyor. Sapkınlık, toplumsal bunalımın ve artık ipin ucu kaçtığı için neyin ne olduğu anlaşılamayan, sorununu nasıl çözebileceğini bilemeyen, çok sayıda bireylerden oluşan toplumun, dengeye gelme çabası içinde tuttuğu yol oluyor.



Mülkiyetsizlik deyince çoğunluğu bir korku alıyor. anlaşılmaz bir ruh haline bürünüyor. Özel mülkiyetin kaldırılması dendiğinde, işçilerin ezici bir çoğunluğunun aklına, sahip oldukları ya da olmak istedikleri tüketim nesnelerinin (ev, otomobil vb.) ellerinden alınması gelir. Bunun sebebi kuşkusuz onlara burjuvazi tarafından böyle belletilmiş olmasıdır. Kandırılmış toplum işte budur.

 

Özel mülkiyet gerçekten de, insan doğasının değişmez bir ürünü müdür? Ezeli ve ebedi midir? İnsanın kendi emeğinin meyvesi midir? İnsanı daha fazla çalışmaya sevk eden bir tutku mudur? Özel mülkiyetin ortadan kalkması özgürlüğe engel mi olur? 

 

Özel mülkiyet insan doğasının bir ürünü mü?

 

Bu soruya evet yanıtı verenler, özel mülkiyetin insanın ortaya çıkışından bu yana var olan bir olgu olduğunu öne sürüyorlar. Oysa bilimsel veriler bunun hiç de doğru olmadığını inkâr edilemez bir şekilde kanıtlıyor. Bilimsel araştırmalar, ilk insanların evrimleşmelerinin üzerinden yaklaşık 2 milyon yıl, bu evrimleşme sürecinin modern insan durağına ulaşmasının üzerindense 130 bin yılı aşkın bir süre geçtiğini tespit ediyor. Oysa bu uzun tarihsel yolculukta, bir sömürü aracı olarak özel mülkiyetin ortaya çıkışı günümüzden ancak 3-4 bin yıl kadar geriye gidiyor.

 

Özel mülkiyet, burjuva ideologların iddia ettikleri gibi ezeli bir olgu değildir.

 

İnsan türünün avcılık ve toplayıcılıkla yaşamını sürdürdüğü 2 milyon yıl boyunca ne özel mülkiyet, ne sınıflar, ne sömürü, ne de devlet vardı. Avlanan ve toplanan her şey gibi, üzerinde yerleşilen ve işlenen toprak da topluluğun kolektif mülkü oluyordu ve aralarında herhangi bir sınıfsal faklılık bulunmayan topluluk üyeleri eşit ve özgürdüler.

 

Genel olarak Asyatik toplumlar hariç, diğerlerinde, başta toprak olmak üzere üretim araçları bu egemen sömürücü sınıfların özel mülkiyeti haline getirildi. Bundan böyle esas olan, topluluğun ya da komünün çıkarları değil, efendinin, beyin, patronun çıkarları olacaktı ve üretim bu egemenlerin çıkarları doğrultusunda yapılır hale gelecekti.

 

İnsan nasıl yaşıyorsa öyle düşünür. Kapitalist toplumda yaşayan insanın, kendisine egemen sınıf tarafından aşılanan ve bizzat yaşayarak gördüğü şeyleri, kısacık yaşamı ve buna eklenen bilgisizliği nedeniyle ezeli ve ebedi gerçek olarak görmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Ancak biraz sorgulayan ve doğruyu bulmaya çalışan birine, bilimsel gerçekler, toplumsal anlamda değişmez bir insan doğasının olmadığını gösterecektir. “İnsanın doğası yoktur, tarihi vardır” sözü bu gerçekliği veciz biçimde ifade eder. Toplumsal anlamda bir insan doğası arayışına çıkılacaksa eğer, bulunacak şeyin insanlık tarihinin çok küçük bir dönemine hâkim olan özel mülkiyet olamayacağı çok açıktır.

 

Burjuvazi ve ruhlarını ona satan ideologlar güruhunun bir iddiası da, özel mülkiyetin lağvedilmesinin çalışmanın durmasına ve tembelliğin kök salmasına yol açacağıdır. Bu iddia burjuvazinin yüz yıllardır dillendire geldiği bir safsatadan ibarettir ve bundan 160 yıl önce Komünist Manifesto’da şöyle çürütülmüştür:

 

 

“Özel mülkiyetin kaldırılmasıyla her türlü çalışmanın duracağı ve genel bir tembelliğin kök salacağı itirazı öne sürülüyor. Ona bakılırsa, burjuva toplumun aylaklık yüzünden çoktan yerle bir olması gerekirdi; çünkü çalışanlar hiçbir şey edinemiyorlar, bir şeyler edinenler ise çalışmıyorlar.” (Komünist Manifesto)

 

Özel mülkiyet, yani sermaye düzeni ortadan kalktığında insanlar hiç de ölesiye çalışma ihtiyacı duymayacaklar. Çünkü insanları aşırı çalışmaya zorlayan bu sömürü düzeni. İşçi sınıfı, bu sömürü düzenini ortadan kaldırıp, burjuva asalakların kendisinden gasp ettiklerini kolektif olarak geri aldığında, dünya üzerindeki tüm emekçiler, gelecek kaygısı olmadan, ben ölürsem çocuklarıma ne olur diye düşünmeden, hayatın zevkini çıkararak yaşama olanağına kavuşmuş olacaklar. İşte burjuvazinin ödünün koptuğu şey tam da budur. O, işçinin mümkünse 24 saatini artı-değer üretmek için kullanmasını ister. İşçinin bunun dışında geçirdiği tüm süreyi kendisinden çalınmış bir zaman olarak görür. Bu yüzden de işçiye “daha fazla çalışma”yı kabul ettirebilmek için türlü yalanlara başvurur.

 

Toplumun kolektif mülkiyetini gasp ederek kendi özel mülkiyeti ya da Asyatik toplumlarda olduğu gibi emekçilerden tümüyle uzak bir devletleler sınıfının mülkiyeti haline getiren sömürücü egemen sınıflar, mülksüz emekçilere, “mülkiyet benim olsun ama siz kendinizinmiş gibi koruyun” demektedir.

 

Yaşadığımız sömürü düzeninde “özel mülkiyet”e, yani sermayeye sahip olmak için, “çok çalışıp emek harcamak” değil, yaşamak için işgüçleri dışında satacak hiçbir şeyleri olmayan işçilerin emeğini sömürmek gerekmektedir. Sermayenin yegâne varlık koşulu budur. Sömürecek emek bulamayan sermaye, emecek kan bulamadığı için ölmeye mahkûm vampir yarasadan farksızdır.

 

Özel mülkiyet ezeli olmadığı gibi ebedi de değildir.

 

Tarihsel koşullar değiştikçe, bütün mülkiyet ilişkileri de tarihsel değişmelere uğramışlardır. Özel mülkiyetin olmadığı ilkel komünal toplumlar, uygarlığın Batı tipi gelişim çizgisini izlediği toplumlarda yerini köleci mülkiyete bırakmış, yüzyıllar sonra bu mülkiyet biçiminin yerini feodal mülkiyet almış ve birkaç yüzyıl sonra onun yerini de burjuva mülkiyet almıştır. Doğu tipi gelişim çizgisini izleyen Asyatik devletlerin binlerce yıllık varlıkları da kapitalizmin dünya ölçeğindeki gelişimiyle dıştan etki ve müdahale sonucu ortadan kalkmıştır. Ama burjuvazinin bu eskimiş mülkiyet ilişkilerini yerle bir ettiği silahlar, sonrasında dönüp burjuvaziye çevrilmiştir. Çünkü, “Burjuvazi kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamış, bu silahları kullanacak insanları da var etmiştir: modern işçi sınıfını, yani proleterleri!”

 

John Locke’un Yönetim (devlet) Üzerine İki İnceleme adlı eseri 1690 yılında ilk kez basıldığında, yönetici sınıfları altüst etmişti. Locke’dan önce mülkiyet, devlet tarafından yaratılan bir olgu olarak ele alınmaktaydı. Bu yaygın inanışın aksine, Locke, mülkiyetin iktidarın kaynağı olduğunu ve bunun sonucu olarak da devletin, “mülkiyetin korunmasından başka bir amacı olamayacağını” öne sürmüştü. Bu argüman, diğer bir deyişle, mülkiyet ve mülkiyet haklarının devletten önce ortaya çıktığı anlamına gelmekteydi.

 

Yönetimin “İkinci İncelemesi”ne, Locke, tüm insanların eşit ve bağımsız oldukları bir doğal düzenden yola çıktıkları varsayımıyla girer ve bu varsayımdan hareketle, toplumdaki bireyler arasında eşitsiz mülkiyet haklarını korumak için oluşturulmuş bir devlet yönetimin meşruluğunu savunur. Locke’un insan doğası betimlemesinde, tüm insanlar, “doğal olarak diğerleriyle arkadaşlık ve birlik arayışı içindedir.”

 

Locke’a göre, doğal düzende tam özgürlük söz konusudur, bireyler, “başka birinin iradesine bağımlı olmadan doğa kanunları çerçevesinde, uygun gördükleri şekilde eylemde bulunur ve mülklerini elden çıkarırlar.” Doğa kanunları gereği, tüm insanlar eşit ve bağımsızdır. Bu nedenle, “hiç kimse diğerinin yaşamına, sağlığına, özgürlüğüne ya da mülküne zarar vermemelidir.” Tüm insanlar eşit olduğuna göre, “bütün iktidar ve yargılama yetkisi gerektiği oranda herkese eşit dağıtılmıştır, öyle ki kimse diğerinden daha fazlasına sahip değildir.” Locke’a göre, bütün insanlar eşit olduğu için, birinin diğeri üzerinde hakimiyet kurması söz konusu olmadığı gibi (daha sonra ele aldığı özel kölelik koşulu haricinde), tüm insanlar Tanrı tarafından yaratıldıkları için, hiç kimse, başkasını bir yana bırakın, kendisi üzerinde dahi tüm haklara sahip değildir. 

 

Doğal bir hak olarak mülkiyet, Locke’un doğal durum tasvirinde temel rol oynar.

Locke, doğal durumda insanların özel mülkiyet hakkı olduğunu iddia eder: “İnsanlar doğduklarında, var oluşlarına doğanın bir katkısı olarak, korunma, yeme içme ve diğer şeylere sahip olma hakkına sahiptirler.”

 

Locke’a göre, dünya esas olarak herkesin ortak mülküdür, ancak her birey, bu ortak mülkün bir kısmını alıp, onu mülk edinme hakkına sahiptir. Bu edim, Locke’un akıl aracılığıyla bilinen ve Tanrı sözleri yolu ile ortaya konulan doğa yasalarına başvurularak meşrulaştırılır: “Dünyayı tüm insanlığa sunan Tanrı, aynı zamanda onlara, en uygun şekilde yaşamak ve hayatı kolaylaştırmak için ondan yararlanma aklını da vermiştir.”



“Ortak” teriminin kullanılması, ilk bakışta ilkel komünal toplumlarda olduğu gibi, ortak mülkiyeti çağrıştırabilir. Ancak, Locke’un sunumunda, ortak sahiplik sahipliğin olmaması anlamına gelir. Bu nedenle de, yeni bir sosyal örgütlenme modelini değil uygar toplumun oluşmasından önce, örgütlenmenin hiç olmadığı bir dönemi tarif eder.

 

Locke’a göre tek başına mülkiyet hakkı, doğa düzeninde yaşayan insanlar arasındaki çatışmaların nedeni değildi. İnsanın kullanımı için “çok sayıda doğal erzak olduğu” sürece “elde edilen mülkiyet için çekişmeler veya mücadelelere yer olmayacaktı.”  Bununla birlikte, Locke, paranın kullanımıyla birlikte, ekonominin geliştikçe, özel mülkiyette bir takım eşitsizliklere yol açtığını, böylelikle doğal düzen içindeki sosyal ilişkilerin daha karmaşık bir hale gelmesine neden olduğunu kabul eder.

 

Peki ya din...


Herkes tarafından kabul edilecek geçerli bir din ta­nımı yapmanın güçlüğü ortadadır. Şimdiye dek yüzü aş­kın din tanımı yapılmıştır. Bunların hepsi de en doğru tanım olmak iddiasındadır. Hayatın çok geniş bir alanını kapsayan dinin ve dinsel yaşantının ana öğelerini göz önünde bulundurarak bir tanım yapmak gerekirse: 


 

«İn­sanın, duygusal ya da bilinçli olarak bağlı bulunduğu birtakım doğaüstü kudretlere ya da varlıklara inanma­sına ve bunlara ibadet etmesine din denir.»



Mevcut antropolojik çalışmalar, avcı-toplayıcı kültüre sahip insanların on binlerce yıl boyunca herhangi bir dine sahip olmadıklarını; din adı altında kabul edilen disiplinlerin ancak insanların yerleşik yaşama geçmesinin ardından ortaya çıktığını göstermektedir.

 

Diğer bir deyişle, din, insanlık tarihiyle birlikte başlamamış, tıpkı devlet, bürokrasi ve hatta ahlaksal normlar gibi sonradan insanlığa entegre olmuş bir çeşit toplumsal örgütlenme örneğidir. Peki neden avcı-toplayıcı kültüre sahip topluluklarda dinin olduğunu gösteren hiçbir bulgu yokken ,ki bu durum, dolayısıyla o toplumların herhangi bir dininin olmadığının da göstergesidir, yerleşik yaşama geçtikten sonra "din" kavramı ortaya çıkmış ve insanlar arasında yayılmıştır?

 

Kleptokrasi kavramı tam olarak burada devreye girmektedir. Kleptokrasi, günümüz için tanımlanırsa, bir ülkedeki yöneticinin veya yönetici sınıfının, o ülkenin maddi kaynaklarını soymasını, otokratik bir yönetim ile ulusal değerleri ve hazineleri kendi çıkarları için kullanmasını ifade etmektedir. Peki kleptokrasi ile dinin ortaya çıkışı arasındaki ilişki nedir? Yerleşik hayatın başındaki iki örgütlenme türü olan kabile ve şefliklerde , devletler zaten bu ikisinin evrilmiş halidir,  dinler, devletlerde çoktan ortaya çıkmış haldedir.

 

Bu noktada çok daha açık bir şekilde Jared Diamond'un Tüfek, Mikrop ve Çelik adlı kitabından şu alıntıyı yapmakta fayda var:

 

"İster bir şeflik olsun, ister bir devlet, herhangi bir sınıflı toplum için insan şunu sormalıdır: Halk kendi çileli emeğinin ürünlerinin kleptokratlara yani hırsızlara

aktarılmasına niçin göz yumuyor? "



Halktan çok daha rahat bir hayat sürdürürken halkın desteğini kazanmak için bir seçkinin ne yapması gerekir? Kleptokratların tarih boyunca başvurdukları bir kaç çözüm yolu vardır. Bunlardan biri; halkı silahsızlandırıp, seçkinleri silahlandırmaktır. Ama kleptokratların halkın desteğini kazanmalarının son çaresi kleptokrasiyi haklı çıkaracak bir ideoloji ya da din inşa etmeleridir. Kurumsallaşmış din, zenginliğin kleptokratlara aktarılmasını haklı gösterirken insanların başka insanlar adına hayatlarını feda etmeleri için kendi genetik öz çıkarları dışında gerekli güdüyü sağlar.

 

Tüm bu açıklamaların ardından genel bir değerlendirme yapmak gerekirse; dinlerin her ne kadar ilahi bir kaynak tarafından gönderildiği düşünülmüş olsa da, şayet dinler ilahi bir kaynaktan gönderilmediyse neden ve nasıl oluştu sorusu sorulmalıdır. Bu sorunun muhakkak ki birbiriyle ilintili bir çok cevabı vardır. Ancak kleptokrasinin, yani belli bir topluluğun halkı yönetmek ve kendi çıkarları doğrultusunda halkın çıkarlarını kullanmak amacıyla ortaya sürdüğü, ve zaten daha öncesinde halk tarafından kabul edilen kimi mistik kabullerin (totem ve tabuların) yansıması olarak düşünülebilecek uygulamaların, "din" adı altında kendini gösterdiği fikri göz ardı edilemez. Diğer bir deyişle, dinin ortaya çıkışının sadece masum bir bireysel inanca dayanmadığı, çok daha önemli ve tutarlı bir biçimde bir soyma mekanizması ve hükmetme örgütlenmesinin ürünü olduğu söylenebilir.

Gerek günümüzde yaygın olarak kabul gören İbrahimi dinler, gerekse de irili ufaklı tarih boyunca var olmuş, ve sonra yok olmuş veya hala da varlığını sürdüren,  dinlerin, kitle kontrolünün odak noktası olan kleptokrasinin evrilmiş bir biçimi olabileceği gerçeği, günümüzde birçok devletin ve toplumun din aracılığıyla kontrol edildiği de göz önünde tutularak, pek tabii olarak kabul edilebilir.

 

Jan Paçal

 

Pierre-Joseph Proudhon Kimdir?

(15 Ocak 1809 – Besançon – 19 Ocak 1865 -Passy) Fransız ekonomist ve düşünür. Kendini “anarşist” olarak adlandıran ilk kişidir ve ilk “anarşist düşünür olarak nitelenir. Fransada bir köyde doğan ve çocukluğu çobanlıkla geçen Proudhon daha sonra kendini eğitime vermiştir.Anarsizmin en etkili yazarı olarak kabul edilir.1848 olaylarından sonra kendini Federalist olarak tanımladı. Encok tanınan eseri Property is Theft(Mülkiyet hırsızlıktır.)dir.1840 ta yayimlanan ve ilk büyük işi olarak kabul edilen calişmasi What is Property? Or, an Inquiry into the Principle of Right and Government dir.

 

Kaynaklar:
 

  • Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik: İnsan Topluluklarının Yazgıları

  • Alaeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi

  • Sigmund Freud, Totem ve Tabu,

  • James George Frazer, Altın Dal

  • Locke'un mülkiyet teorisi ve Marksist eleştirisi Murat Birdal

  • Özel Mülkiyet Ne Ezelidir Ne de Ebedi! İlkay Meriç

bottom of page