"Akıl nerede ise hazine oradadır..."
(Odaklanmış inanç ve niyetin gücü...)
"Akıl nerede ise hazine oradadır..."
(Odaklanmış inanç ve niyetin gücü...)
Günümüz insanları eskileri ilkel olarak değerlendirirken ne kadar dürüstler sizce? Gelişmişliğin ölçütleri nedir ki; eskiler böylesine aşağılandı?
Günümüz bilimi ve ilmi eskilerin yanından bile geçememiş iken henüz... Gelişmişlik, teknolojiye endekslenmiş bir şekilde görülmese ne olurdu?
Piramitlerin sırları henüz çözülememiş iken diyerek klasik bir anlatıma başlamak, ardından Mayaların yüzyıllarca önce bilip uyguladıkları astronomi bilgilerine henüz ulaşıyoruz diye devam etmek... Günümüzün düşünen üst bilinç insanları için oldukça sıkıcı bir tekrar olur. Kaldı ki her gün milyonlarca insan tarafından milyonlarca kez okunan en eski antik kutsal kitaplar ve çözülememiş ama saptırılmış bilgileri... Anlatacak söylenecek çok fazla şey var.
Eski insanların üzerinde çalıştıkları en büyük teknoloji insan beyni ise eskilerin düşün gücünü bizden daha esaslı anladıkları ortadadır.
Eski filozoflar bıkıp usanmadan insan beyninin gücü ve etkileri üzerinde çalıştılar. Bir çok antik metinde zihin gücü saplantı haline getirildi.
Zihin enerjisinin ortaya çıkışını tasvir eden Veda;
Evrensel bilinci açıklayan Pistis Sophia;
Aklın ve ruhun doğasını keşfedin diyen Zohar;
Einstaein ın "uzaktan etkisi"ni, uzaktan şifa vermekle kehanet eden Şaman metinleri.
Ve semavi kutsal kitaplar...
Semavi kitaplardan bir tanesi, "Hiç ses çıkarmadan ve hiç bir araç gereç kullanmadan gidip kendi tapınağınızı kurun" der. Ancak dünyanın gürültüsü çıkartılarak yüzlerce araç gereç kullanılarak binlerce tapınak hayata geçirildi ve devam ediyor . Binlerce insan açlık içinde ölürken tapınaklar durmaksızın inşa ediliyor. Tapınak yoksa inanç ve de tanrı yok muş gibi...
Yine aynı kitapta kurulması istenen bu tapınaktan ayrıntılı bir şekilde de bahsedilir. Yapının 2 iki bölümden oluştuğu tasvir edilir. Kutsal yer denen dış tapınak, Kudüs'ül Akdes denen iç mabet. İki bölüm birbirinden ince bir perde ile ayrılır.
Tanrı için taş duvarlara gerek olmadığını düşünenler bu imgelerden yola çıkarak nereye ulaşabilir?
Tapınak deyince hemen aklımıza gelen taş ve duvarları geçersek bu tapınak nasıl imgelenmiş olabilir? Elinizi hemen başınızın yanına koyun, bazen zonklayarak sizi deli eden o noktayı bulun; Şakak.
İnsan beyni...
Şakak; kelimesinin İngilizce de diğer anlamı tapınak olduğuna göre...
İnsan beyni de ikiye ayrılır. Dura mater denen ( Sert zar) dış kısım. Pia mater denen
( İnce zar) iç kısım. Bu iki bölüm birbirinden araknoit-ağımsı bir dokudan oluşan perde- ile ayrılır. Buraya şakak yani mabet denmesinin sebebi belki de budur.
Bu yüzden kutsal kitaplardan biri, "Akıl neredeyse hazine ordadır" der ve yolu gösterir.
Meditasyon sırasında beyin taramaları yapılan yogiler hakkında az çok bilginiz vardır.
İleri seviyede odaklanmış insan beyni. Pineal diğer adı ile epifiz bezi olan minicik bir yapıda bal mumu benzeri bir sıvı üretir. Bu maddenin inanılmaz bir iyileştirici gücü vardır, gerçek anlamda hücre ürettiği ise bir gerçektir. Yani bu akıl almaz özelliklere sahip madde sadece yoğun odaklanmış beyinler tarafından üretilebilir. Bazı kutsal kitaplarda bu maddenin açları iyileştireceği sonsuz hayat sunacağı ve tuhaf bir biçimde hiç bir atığa sebep olmayacağı söylenir. Cennetten düşen bir besin olarak tasvir edilir. Bedeni sihirli bir şekilde iyileştiriyor. Dahası bu maddenin hastaları iyileştireceği, sonsuz hayat sunacağı ve tuhaf bir biçimde hiç bir atığa sebep olmayacağını anlatılır; Cennetten düşen meyve olarak da tasvir edilir.
Eskiler kutsal kitapların içinde gizli kalmış gücün farkındaydılar ve gücü kullanmamızı istemekteydiler. Hatta zihinlerimizin tapınağını oluşturmamız için bizi teşvik ettiler.
Cennetten düşen bir besin...
Bedeni sihirli bir şekilde iyileştiriyor...
Hiç bir atığa sebep olmuyor...
Tüm bunlara şifrelenmiş kelimeler olarak bakarsak.
Tapınak, bedenin kodu;
Cenne,t zihnin kodu;
Yakup'un merdiveni, omur ilik
Kudret helvası, beynin nadide salgısı olarak düşünülemez mi?
Ve epifiz bezi her şeyi gören tanrıyı tasvir edemez mi?
Aynı sihirli madde antik gizemlerde de pek çok kez işleniyor.
Tanrıların nektarı
Gençlik pınarı
Felsefe taşı
Tanrı yiyeceği
Ve yine kutsal kitap, "Gözünüz tekse bedeniniz ışıkla dolar der. Bu tek gözün fiziki anlamda kör olması demek değil olsa gerek ki, aynı kavram aynı zamanda Ajna Çakra (Üçüncü göz) Hinduların alınlarındaki noktayla temsil edilir.
Geldiğimiz noktada bilim bize bu güce ulaşmanın gerçekten fiziki bir işlem olduğunu göstermiyor mu? Beyinlerimizi doğru kullandığımızda gerçek anlamda insan üstü güçler oluşturabilmemiz kaçınılmaz...Pek çok antik metin yaratılmış en karmaşık makinenin yani insan zihninin ayrıntılı açıklaması değil mi?
Bilimin ulaştığı noktada zihinlerimizin fiziki maddeleri değiştirebilen enerjiyi yaratma gücüne sahip olduğunu biliyor ve bir gün ayrıntıları ile açıklanacak. Parçacıklar düşüncelerimize tepki verdiğine göre dünyayı değiştirme gücümüzde var.
Tanrının somut alanda bir gerçekliği olduğunu, her tarafa yayılan bir zihinsel enerji var olduğunu düşünürsek... Bizler onun suretinden yaratıldık diyebiliriz ki öyle deniyor. Tabi ki burada yine imgelemler söz konusu, fiziki suret değil zihinsel suretler...
Tüm dünya gökyüzüne bakıp tanrıyı beklerken kendi içine hiç bakmıyor tanrının kendi içimizde olduğunu fark etmiyoruz.
Bu durumda düşünceler dünyayı etkiliyorsa herkesin çok dikkatli olması gerek. Nasıl düşüneceğimize çok dikkat etmeliyiz. Yıkıcı düşüncelerinde etki alanı vardır ki yıkmak yapmaktan daha kolaydır. Newton boşuna, " Bu düşünceler, dünya muazzam bir tahribat vermeden başkalarına anlatılamaz" dememiştir.
En şaşırtıcı olan kısım ise gerçek gücümüze kullanmaya başladığımız da dünyamız üzerinde büyük bir hakimiyet kurabilecek olmamız dahası gerçekliğe uyum sağlamak yerine onu tasarlayabilme olasılığımız. Bu arada yol yine ikiye ayrılır, karşımıza iyi ve kötü gelir, hangi amaçla kullanacağız bu gücü.
Diğer yandan tüm bunları inanç olarak düşünmek zorunda da değiliz. Bakış açımızı değiştirdik de diyebiliriz ki tarih boyunca tüm bilimsel keşifler tüm inançlarımızı alt üst eden basit fikirler ile başladı. Küçük zihinler asla anlayamadıkları fikirlere saldırırken dünyanın yuvarlak olduğu bir gerçekti.
Tüm bu bilgiler ışığında şu da bir gerçektir ki sistem önce mabetlerimize saldırdı. İçimizde taşıdığımız mabetlere. Teknoloji bu kadar gelişmemiş iken köhne ve bağnaz fikirler ile kendi varlığımızdan uzaklaştırıp karanlık dünyalara sürükleyip kendine köle haline getirdi. Eski öğretiler birer birer unutturuldu. Günümüzde ise hedef direkt olarak yukarıda bahsettiğim epifiz bezi oldu. Epifiz bezi karartılan insan, sorgulamadan boyun eyen köle insandı artık. Bugün içme sularına yiyeceklere katılan flörür ve benzeri maddeler ile saldırıya uğradı mabetlerimiz.
“Üçüncü göz” ya da “aklın ışığı’’ olarak da adlandırılan epifiz bezinin, meditasyon yoluyla Astral seyahat deneyimi yaşamak isteyen insanın fiziksel ve doğaüstü-spiritüel dünyaları arasındaki geçiş kapısı olduğuna da inanılır... Bunun da insanın farkındalığını artırmasını tökezletmek için bilinçli olarak koyulan engellerden biri olduğu gayet açıktır.
Düşünsel akışımızı Sokrates'in son anlarını anlatan mini bir hikaye ile noktalayalım.
İdam cezası alan Sokrates yatakta yatarken, kendisine zehri verecek adam da baldıran zehrini
hazırlıyordu.
Adam elini yavaş tutuyor, vakti sürekli erteliyordu. Fakat güneş doğmak üzereydi... Sokrates adama sordu: "Zaman geçiyor, güneş doğuyor, bu gecikme neden?"
Adam Sokrates'i seviyordu; onu mahkemede duymuş, içindeki güzelliği görmüştü. Tek başına bütün Atina'dan daha zekiydi! Biraz geciktirmek, biraz daha yaşaması için zaman kazandırmak istiyordu.
Derken, Sokrates: "Tembellik yapma, hadi zehri getir" dedi.
Zehri ona uzatan adam, "Niçin bu kadar heyecanlısın? Yüzünde öyle bir ışıltı görüyorum ki, gözlerinde öyle bir merak görüyorum ki... Anlamıyor musun, öleceksin!"
"Bu bilmek istediğim bir şey" dedi Sokrates, ve ekledi: "Hayatı tanıdım, o güzeldi; tüm kaygılarıyla, kederleriyle o hala bir keyiftir. Yalnızca nefes almak bile yeterli bir mutluluktur. Yaşadım, sevdim, canım ne isterse yaptım, içimden ne geldiyse söyledim. Artık ölümü tatmak istiyorum ve ne kadar çabuk olursa, o kadar iyi."
"Ve iki olasılık var: Ya doğulu mistiklerin söylediği gibi ruhum başka şekillerde yaşamaya devam edecek; bedenin yükünden azade bir şekilde ruhun yolculuğunu sürdürmesi çok büyük bir heyecandır, beden bir kafestir, onun sınırları vardır. Ya da belki de materyalistler haklıdır; bedenim öldüğünde her şey biter. Geride bir şey kalmaz. Bu da, yani olmamak da, çok büyük bir heyecandır! Olmanın ne olduğunu biliyorum. Ve şimdi olmamanın ne olduğunu bilme anı gelmiş demektir. Ve artık olmadığımda, sorun nedir? Niçin onunla ilgili endişeleneyim? Endişelenmek için burada olmayacağım, o halde ne için vakit kaybedeyim?"
Bilinmeyenin verdiği korku ve tedirginlik hiç bir şeyde olmasa gerek. Tıpkı hiç bilmediğimiz bir şehre inip şaşkın şaşkın çevremize bakınmak gibi... Keşiflerin başlangıcında hep garip bir korku yok mudur?
Jan Paçal
